4 Nisan 2025 Cuma

Siyah Mantom

 

Diderot’un kırmızı robdöşambrı ile yaşadıklarını kaleme aldığı “Eski Robdöşambrımdan Ayrılmamın Pişmanlıkları” başlıklı makalesini bilirsiniz. Bilmeyenler şu yazımı okuyabilirler. Yine de yazıyı okumaya üşenenler ve konuyu hemen öğrenmek isteyenler için özet geçeyim:

Diderot, dönemin imparatoriçesi için çalışmaya başlar ve yüklü bir maaş alır. Yüklü maaşını aldıktan sonra yaptığı ilk işlerden biri kendisine yepyeni kıpkırmızı bir robdöşambr almaktır. Gıcır gıcır robdöşambrını giyip çalışma masasına oturan Diderot kısa bir süre sonra çalışma odasından rahatsızlık duymaya başlar. Çünkü çalışma masası eskidir, çalışma koltuğu eskidir, çalışma odasındaki her şey eskidir. Oysaki üzerindeki kıpkırmızı robdöşambr yepyenidir. Bu yüzden ortada ciddi bir tezatlık hisseden Diderot, çalışma odasında eski ne varsa hepsini yenileriyle değiştirmeye başlar. Amacı, odasındaki eşyaları yepyeni robdöşambrına uydurmaktır. Bu yenileme işi Diderot’a pahalıya patlar ve elinde avucunda ne varsa harcayıp bitirir. Bunun sonucunda Diderot, literatüre geçmiş şu ünlü sözünü söyler: “Eski robdöşambrımın efendisiyken yenisinin kölesi oldum.” Diderot’un içine düştüğü bu tüketim sarmalı literatüre Diderot etkisi olarak girer.

Diderot’un kırmızı robdöşambrı ile yaşadıklarına benzemese de “eşyanın kölesi olmak” noktasında Diderot’un yaşadığıyla benzer bir eşya hikâyemi bu yazımda anlatmak istedim. Siyah mantomla yaşadıklarımı…

Onu yıllardır Kadırga Yokuşu’ndaki gotik eşyalar satan küçük bir dükkânın önündeki cansız bir mankenin üzerinde görüyordum. Bu dükkân bazen uzunca bir süre kapalı kalıyor bazen de açılıyordu. Dükkânın sahibi bu konuda kafasına göre takılıyordu. Bu yüzden dükkânın açık olduğunu, siyah mantolu mankeni dışarda gördüğüm zaman anlıyordum. Bu mantonun siyah kaşe ve yün karışımlı kumaşı, göğüs kısmında üç adet büyük deri siyah yuvarlak düğmeleri, bilek kısmına doğru genişleyen İspanyol kolları, kolları ile yakasının etrafını ve düğme kayışlarını çevreleyen siyah güpür aplikeleri, sırt kısmında siyah saten ipten kurdelesi ve kurdelenin çapraz geçirilip bağlanmasını sağlayan iki sıra hâlinde alt alta üç adet metal tokası vardı. Bu siyah manto, yıllardır aynı cansız mankenin üzerinde yokuştan geçen onca arabanın egzozuna ve kentin kirli havasına maruz kalmış olmasına rağmen sapasağlam duruyor, gotik çekiciliğinden hiçbir şey kaybetmiyordu. Bu çekiciliğe daha fazla kayıtsız kalamadım ve bir gün onu satın almaya karar verdim.

Evet, buraya siyah mantonun görselini bilerek koymadım. Çünkü bu siyah mantoyu okuyucunun, zihninde kendinin canlandırmasını istedim. Bu yüzden en az bu siyah manto kadar gotik olan Morticia Addams'ı buraya koymayı uygun gördüm=)

Dükkânın sahibi mankenin üzerinden bedenime (neyse ki) uygun olan mantoyu çıkarıp bana verirken, “Sonunda sahibini buldu,” dedi. Aslında dükkâna girerken bu mantonun paketinden çıkmamış bir eşi daha olduğunu ummuştum fakat dükkânda bu mantodan sadece bir adet olduğunu, onun da mankenin üzerindeki yıllara meydan okuyan bu manto olduğunu öğrendim. Bu yüzden mantoyu almakta biraz tereddüt ettim. Çünkü her ne kadar manto sapasağlam dursa da yıllardır kentin kirli havasına, egzoza ve kim bilir daha nelere şahitlik etmişti. Spiritüel biri olarak mantonun yüklenmiş olabileceği olumlu ya da (daha çok) olumsuz her türlü enerji bir anda aklımdan geçiverdi. Fakat bu tereddüdüm, dükkânın sahibinin sanki mantodan bir an önce kurtulmak istiyormuşçasına mantoyu paketleyip bana vermesiyle son buldu. Artık mantodan vazgeçemezdim. Çünkü adam mantoyu mankenden çıkarmış, paketlemiş yani emek harcamıştı. Adamın bu çabasının karşılığını mantoyu satın alarak vermeliydim. Bu sırada Tüketici Davranışları derslerimde yeri geldiğinde atıf yaptığım ve kısaca “iyiliğe iyilikle karşılık vermeye motive olmayı” ifade eden ikna tekniklerinden biri olan karşılıklılık prensibi aklıma geldi fakat ne de olsa terzi kendi söküğünü dikemezdi. Lanet olsun şu karşılıklılık prensibi diye aklımdan geçirdim ve mantoyu satın alıp dükkândan çıktım.

Eve geldiğimde ilk işim mantoyu yıkamak oldu. Mantoyu sterilize ederek ona yüklenmiş yıllanmış enerjiyi arındıramayacağımı düşünüyordum ama yine de üzerindeki fiziki kalıntıları (koku, toz vb.) arındırmak bir bakıma içimi rahatlatacaktı. Mantoyu yıkadıktan sonra açık havada kuruttum. Ertesi gün kurumuş mantoyu giyerek dışarı çıktım. Açık havadan olsa gerek manto üzerimdeyken herhangi bir koku hissetmemiştim. Fakat dolmuşta yanıma oturan kadın bir bana bir de mantoya uzun uzun bakıp eliyle burnunu kapatıp garip homurtular çıkarınca burnumu mantoya yaklaştırdım ve yıllar önce Louvre Müzesi ziyaretimde camekânın içinde gördüğüm Ptolemaios dönemine tarihlenen (MÖ 332-30) Mısırlı bir mumyanın kokusuna benzer bir koku duyumsadım. Tüylerim diken diken oldu. Tıpkı mumyanın camekândan taşan ürpertici kokusunu duyumsadığımda olduğu gibi ürperdim. Bir an önce ineceğim durağa varıp dolmuştan kendimi atmak istedim. Sanki bu ürpertici koku tüm dolmuşa yayılacak, herkesin gözü bana çevrilecek, insanlar bu kokudan kurtulmak için üstümü başımı parçalayacak gibi hissettim. Normalde kentte arabayla bir yerden bir yere ulaşmak çok kısa sürse de o gün ineceğim durağa varmak sanki bir yıl gibi geldi. Sonunda durağa vardık ve dolmuşta başka bir boş yer olmamasına ve elinde yükler olmasına rağmen yanımdan kalkıp yolculuğuna ayakta devam etmekte olan kadının dik bakışları ve homurtularını ardımda bırakarak dolmuştan kaçarcasına indim.

Eve her geldiğimde koştur koştur yanıma gelen, beni koklayarak bana öpücük konduran kedim Tılsım o gün beni öpmek şöyle dursun yanıma bile yaklaşmadı. Hatta manto üzerimdeyken sanki bana garip garip bakmış, mantoyu çıkardığımda dahi bu garip ve uzun bakışlarını sürdürmüştü. Bu durum beni daha da ürpertmişti (ne de olsa son derece spiritüel varlıklar olduğunu düşündüğüm kedilerin her zaman doğru bir bildikleri vardır). Tılsım’ın bu davranışlarının da etkisiyle mantonun ürpertici kokusundan evdekilere de bahsettim. İki saat boyunca yıkanmış olmasına rağmen çıkmayan bu “tanımlayamadığım” ürpertici kokuyu duyumsaması için annemden mantoyu koklamasını istedim. Kokuyu duyumsayınca annem, “Ee nolacak kızım! Yıllardır o izbe dükkânın içinde kapalı kala kala rutubet sinmiştir. Tekrar yıkayalım geçer,” dedi. Annemin rasyonel açıklaması içime su serpti çünkü spiritüel ben, çoktan mantonun mumyanın ürpertici kokusuna benzer inatçı kokusu ve dükkân sahibinin mantodan kurtulmak istercesine aceleci tavrını bunca yıl izlediğim korku filmi senaryolarıyla birleştirmiş ve mantonun lanetli olduğuna karar vermiştim. Bir anda bu lanet senaryolarını bir kenara bırakıp mantoyu ikinci kez yıkadım.

Ertesi gün kuruyan mantoyu kokladığımızda yine aynı ürpertici kokuyu duyumsadık. Bu sefer annem de gözüme biraz işkillenmiş gibi görünüyordu. “Allah Allah! Hâlâ çıkmamış bu koku. Koyun yününden mi ördüler ne yaptılar acaba?!” dedi annem. “Derisinin kokusu olabilir mi? Ya da rutubet hâlâ çıkmamış olabilir,” diye ekledi babam. Bense rasyonel sayılabilecek bu olası sebeplere hiç de yakın değildim. Lanet senaryosuna ışık hızıyla dönmüştüm. Üzerime bir kere giydim. Bu lanet bana bulaştıysa… Ürpertici koku vücuduma sindiyse ve hiçbir zaman çıkmazsa?!... gibi türlü türlü düşünceler aklımdan geçerken annemin sesiyle kendime geldim. “Karbonatlı suya basalım, bir gece kalsın suda. Sonra makinede sıkmaya alırız. Rutubet böyle geçiyormuş,” dedi annem. Google amca sağ olsun, her türlü bilgi mevcut… “Tamam bir de öyle deneyelim,” dedim. Yeter ki şu mumya kokusu çıksın gitsin…

O gece rüyamda sırtımdan kancalarla asıldığım, Koku: Bir Katilin Hikâyesi filmindeki Jean-Baptiste Grenouille gibi herkes tarafından dışlandığım, Labirent filmindeki Sonsuz Pis Koku Bataklığı içine düşerek sonsuza kadar pis kokmakla lanetlendiğim ve The Nun filmindeki korkunç rahibe formunda içinde insan olmayan siyah bir manto tarafından kovalandığım kabuslar gördüm. Sabah ter içinde uyandığımda hava almak ve kendime gelmek için koşa koşa balkona çıktım. Balkonda ilk gördüğüm, çamaşır ipinde kurumakta olan siyah mantoydu. O an mantoyu atmak hatta yakmak istedim. Manto sadece dünya aleminde değil rüyalar aleminde de beni rahat bırakmamıştı. Kaç gündür hem uyanık hem de uykudayken psikolojimi bozmuştu. Onu defalarca farklı tekniklerle yıkarken fiziki, kokusu yüzünden tuhaf bakışları üzerime çekerek hatta onun yüzünden kabuslar görerek psikolojik eziyet çekmiş, resmen onun kölesi olmuştum. Oysaki eski mantom öyle miydi?! O her zaman beni sıcak tutar, mis kokardı. Kötü bakışları ve homurtuları üzerime çekmez, güzel kumaşıyla hayranlık uyandırarak bana övgüler aldırırdı. Hem bana da çok yakışıyordu.

Eski mantomun efendisiyken yenisinin kölesi oldum. Diderot, seni bu noktada çok iyi anlıyorum diye aklımdan geçirirken bir hışımla mantoyu çamaşır ipinden çekip aldım. Tam çöpe atmak için mantoyu dertop ederken mantonun eski mumya kokusundan eser kalmadığını fark ettim. Mantonun her yerini kedi gibi detaylıca kokladım. Eski kadim ve ürpertici kokudan eser yoktu. Manto elimdeyken Tılsım yanıma geldi. O da mantoyu kokladı. Artık mantodan uzak durmuyor, herhangi bir eşyayı kokladığı gibi onu kokluyordu. Tılsım’ın mantoya yaklaşması ve onu koklaması içime su serpmişti. Sanki mantonun üzerindeki lanet kalkmıştı. Bir anda içimdeki sıkıntı yok oldu. Mantomun yere düşen siyah saten ipini alıp sırt kısmındaki metal tokalara geçirmeye başladım. Bu sırada sırtımdan kancalarla asıldığım kabusumu anımsadım. Sevgili bilinçaltım, sen gerçekten de değme senaristlere taş çıkartırsın diye aklımdan geçirdim. Mantomu büyük bir hevesle üzerime giydim. Biraz sonra annem geldi, “Hâlâ koku var mı?” diye sordu. “Kokla bak, hiç koku kalmamış,” dedim. “Demek ki karbonatlı su işe yaradı. Rutubeti gitmiş bak,” dedi annem.

Mantodan giden rutubet mi yoksa lanet mi bilemem. Ama bildiğim bir şey var. O da artık siyah mantomun kölesi olmadığım=)

2 Nisan 2025 Çarşamba

Kadim Gümeli Porsuğu

 

Geçtiğimiz gün dünyanın en yaşlı ormanlarından birini barındıran Zonguldak’ın Alaplı ilçesindeki Gümeli Tabiat Anıtı’na gittik. Asıl amacımız Gümeli Tabiat Anıtı’nda yer alan dünyanın en yaşlı ilk beş ağacından biri, Anadolu’nun da en yaşlı ağacı olan “4120” yaşındaki Gümeli Porsuğu’nu görmekti. Bunun için arabamızla “dehşet verici” bir dağ yolunu geçmemiz gerekti. Dehşet verici ifadesi bile yolu tanımlamak için bana göre yetersiz. Zira kadim porsuk ağacına giden yolun bir tarafında sarp kayalıklar, diğer tarafında derin uçurumlar var. İki arabanın yan yana geçmesine imkân vermeyecek şekilde son derece dar olan bu virajlı yolda virajları alabilmek ustalık gerektiriyor. Yolun üstü sarp kayalıklardan kopup gelmiş sivri kaya ve taş parçaları ile tümsek ve çukurlarla dolu. Son derece dar olan topraklı yolun altı ise neredeyse boş. Bu açıdan yol sanki üzerinde birden fazla araç varken yıkılıp çökecekmiş gibi. İki arabanın burun buruna gelmesi durumunda ise ne olacağı tam bir muamma. Zira kaçabilecek bir cep bulmak için geri geri epey bir mesafe katetmek gerekiyor. Tüm bunların yanı sıra porsuğa giden dehşet verici yolun başlangıcında sarp kayalıklardan akan sudan oluşan bir su birikintisini geçmek gerekiyor. Bu su birikintisinin debisinin yağmurun şiddetli olduğu havalarda özellikle bizimki gibi yere yakın bir arabayla geçilemeyecek kadar yükselebileceğini göz önünde bulundurmak gerekiyor. Bu yüzden açık ve güneşli havalarda ve/veya yerden yüksek bir araçla porsuğa gitmekte fayda var. Yolun büyük bir kısmında telefonların çekmediğini de eklemem gerekir. Porsuk yolunun tehlikeli özelliklerini yazmak istedim. Çünkü özellikle bizim gibi porsuğa ilk defa gidenler ve yol bilgisi olmayanlar, yolu gördüğü zaman dehşete kapılıp geri dönmek isteyebilirler. Fakat porsuk yolu, geri dönmek için çok geç, sonuna kadar gitmek için de tehlikeli bir yol. Yine de tüm bu tehlikesine rağmen yolun sonunda bana göre muhteşem bir güzellik barındırıyor: Kadim Gümeli Porsuğu…

Kadim Gümeli Porsuğu

Bronz çağına tarihlenen 4120 yaşındaki Gümeli Porsuğu hem Zonguldak’ın çok önemli bir jeomirası hem de dünyanın en yaşlı ağaçlarından biri olması sebebiyle bir dünya mirası. Yolunun çok tehlikeli olması beni bir açıdan sevindiriyor zira Gümeli Porsuğu’nun insanlar tarafından zarar görmezse 4000 yıl daha yaşama ihtimali var. Bu bakımdan ulaşımı zor bir yerde olması onun için önemli bir avantaj.  Gümeli Tabiat Anıtı’nda Gümeli Porsuğu kadar yaşlı olmasa da 1900 ve 1100 yılı aşkın iki kadim ağaç daha bulunuyor. Pek çok yaşlı ağacı bünyesinde barındıran bu kadim orman bana Tolkien evrenindeki entleri hatırlatıyor.

Entlerin efendisi Ağaçsakal görseli

Tolkien evrenindeki toprakta yetişen her şeyden sorumlu tanrısal Valar’dan (yüce varlık) biri olan Yeryüzünün Kraliçesi Yavanna’nın düşünceleriyle yarattığı entler, ağaçların çobanlarıydılar. Öfkeleri korkunç, bilgelikleri ise yüce olan entler ağaçların ve Orta Dünya bitkilerinin koruyucularıydılar. Çok büyük ve yaşlı olan Ağaçsakal ise entlerin efendisiydi. Bu açıdan Gümeli Porsuğu’nu Ağaçsakal’a benzetiyorum. Çünkü o da tıpkı Ağaçsakal gibi heybetiyle ve yaşıyla bulunduğu kadim ormanın efendisi olarak tüm görkemiyle ziyaretçilerini karşılıyor. Hiçbir insanın sahip olamayacağı denli uzun bir ömrü ve haşmetiyle insanları büyülüyor. Onu görmeye gelenler belki de bu sebeple onun binlerce yıllık geniş gövdesine sarılmak istiyor. Çünkü o, binlerce yıldır sapasağlam duran gövdesi, dökülmeyen yeşil iğne yaprakları ve albenili kıpkırmızı meyveleriyle yaşam, sağlık ve güzelliği hatta belki de ölümsüzlüğü çağrıştırıyor…

Porsuk meyvesi

Hiçbir insanoğlunun göremeyeceği denli uzun olan sekiz bin yıla kadar ömrü olacağının düşünülmesi sebebiyle ölümsüzlüğü çağrıştıran porsuk ağaçları, insanları tüm haşmetiyle ve kadimliğiyle büyüleyebileceği gibi insanlar için ölümcül de olabiliyor. Zira porsuk ağacı, insanı öldürebilecek zehre sahip ağaçlardan biri. Tüketilmesi hâlinde zehir kana karışarak öldürücü olabiliyor. Bu nedenle son derece çekici görünen kırmızı meyvelerini tüketmemekte ve porsuk ağacına yaklaşırken temkinli olmakta fayda var. Tüm bu ölümcüllüğüne rağmen porsuktan elde edilen bir ilacın kanser tedavisinde kullanılması, porsuğa “hayat veren” bir özellik de kazandırıyor. Dolayısıyla hem uzun ömürlü olması hem de zehirleyerek ölümcül olabileceği gibi tedavi ederek hayat verici de olabilmesi, onun pek çok kültürde ölümü ve yeniden doğuşu sembolize etmesini beraberinde getiriyor. Ölüm ve yeniden doğuşu simgelemesi, porsuk ağacının dayanıklı, uzun ömürlü ve her dem yeşil çam, sedir ve selvi gibi diğer ağaç türleriyle beraber mezarlık ağacı olarak tercih edilmesini de açıklıyor. Demek ki ölümlü insanoğlu, ona göre ölümsüz sayılabilecek porsuk ağacına sarılarak ömrüne ömür katmak, ölülerinin bulunduğu mezarlıklara onu dikerek de ölen kişinin yeniden doğmasını sağlamak (reenkarnasyon gibi) veya hatırasını her zaman canlı tutmak gibi amaçlarla porsuktan medet umuyor.

Siz de zorlu porsuk yolunu aşmayı göze alabiliyorsanız insan ömrünü aşkın kadim Gümeli Porsuğu’nun görkemiyle büyülenebilirsiniz. Dağ yolunun tehlikesi size her dakika ölümü çağrıştırırken yolun sonundaki 4120 yıllık kadim porsuğun sapasağlam duruşuyla bir anda ölümsüzlükle karşılaşabilirsiniz. Ölüm ve ölümsüzlük arasındaki bu yolculuğun sonunda ulaştığım kadim Gümeli Porsuğu’nun gövdesine sarılırken aklımdan geçenler, 4120 yaşındaki porsuğun bana çağrıştırdıklarıydı bu yazdıklarım.